Okula Uyum Haftasında Duygular
Okula yeni başlayan çocuklar belki de ilk defa anne babasının yanında olmadığı bir sosyal ortama katılacaklar. Üstelik bu sosyal ortam...
Devamını oku ->Klinik Psikolog Ece Albayrak
Kaygı bireylerin duygusal durumlarını dalgalandıran, kimi zaman tepetaklak eden zorlayıcı duygulardan biridir. Bu nedenledir ki pek çok zaman ‘hiç hissedilmemesi gereken’, bizi ‘günlük yaşantımızdan ya da hedeflerimizden uzaklaştıran’ bir duygu olarak görülür. Oysa sanıldığının aksine, kaygı hedefi olan bir duygudur ve o hedef ‘tehlike’yi kendimizden uzak tutmak ve ‘korumak’tır. Bu nedenledir ki kaygıya ilişkin sorunlar bir kişide ya vardır ya da yoktur gibi düşünmek yanıltıcı olabilir. Bu durumu bir yelpaze gibi düşünebiliriz, yelpazenin bir ucu yüksek kaygıyı, bir ucu iste daha kolay tolere edebildiğimiz kaygı seviyelerini temsil eder. Kaygının dozu artıp, günlük hayatımızı etkileyen bir hal almaya başladığında kaygı bozukluklarına giden yol açılır.
Kaygı bozuklukları, tıpkı depresyon gibi, tüm dünyada en çok görülen psikolojik rahatsızlıkların başında gelir. Panik atak, agorafobi, sosyal fobi en yaygın görülen kaygı bozukluklarındandır. Agorafobiyi kısaca bazı alanlar, yerler ile ilgili kaygı/korku duyma olarak tanımlayabiliriz. Örneğin sinema, mağaza gibi kapalı alanlar, toplu taşıma araçlarından uzak durma, kalabalıklardan sürekli kaçınmak agorafobi belirtileri arasında yer alır. Bu kaygı bozukları bir arada görülebileceği gibi tek tek de görülebilirler. Tüm kaygı bozukları oldukça yıpratıcıdır. Bireyler kimi zaman hayatlarının kontrolünü kaybettiklerini, kaygının dizginleri eline geçirdiği hissine kapılırlar.
Kaygıyı tanımak, anlamak ve döngüsünü bilmek, kaygıyla baş etmek açısından oldukça önemlidir. Bu döngüyü anlamak için ruminasyon, kurgu/senaryo yazma, kaçınma davranışlarını tanımak ve kendi hayatımızda hangi durumlarda, ne sıklıkta bu yollara başvurduğumuzu fark etmek gerekir. Kaygı düzeyiniz yüksek ise içinizde sürekli konuşan, her şeyin olumsuz yanını gören o sesi tanıyorsunuzdur. Bu ses kimi zaman kendimizle ilgili, kimi zaman başkaları, kimi zaman da olaylar/durumlarla ilgili konuşur ve çoğu zaman kontrol etmekte zorlanırız. İşte bu ruminasyondur. Bu düşünce yapısı genellikle olumsuzdur, ‘keşke’lerden bahseder, bir şeylerin ‘kötü gittiğini’, ‘yanlış olduğunu’, ‘yeterince iyi olmadığını’, ‘rezil olduğunu’ ve benzerlerini söyler durur. Bu düşünce tarzı ile çok iyi anlaşan bir diğer yan, sürekli ‘en kötü’ senaryolar yazan ‘kurgucu’ yandır. Bu senaryolarda hep bir endişe, kuşku, kötü talih kurgusu vardır.
Bu çok konuşan, sürekli olumsuz senaryolar yazan yanın verdiği rahatsızlık o kadar fazla olur ki bu rahatsızlığı dindirmek için kaçınma davranışı kendini gösterir. Kaçınma, kaygı ile baş etmek için ortaya çıkan daha doğrusu, kaygıyı hissetmemek için en çok kullanılan savunma davranışlarından biridir. Ancak kaçınma iki yönlü işler, kaygı veren durumdan kaçındıkça, evet bir taraftan kaygıya daha az maruz kalındığı için anlık rahatlama sağlar; ancak diğer taraftan davranışları, yapmak istenilenleri imkânları sınırlar ya da güçleştirir. Bir örnekle açıklayacak olursak, kapalı alanlarda durmakta zorluk çekiyorsanız, sinemaya gitmekten, asansöre binmekten kaçınabilirsiniz. Kaygı duyan bireyler, kimi zaman bunların hayatlarını etkilemediğine dair kendilerini ikna etmek isterler ve kaçınma davranışını ‘haklı’ çıkarmaya çalışırlar. Bunlar günlük hayatınızı çok sınırlandırmıyor gibi gelse de yapmak isteyip de ‘yapamama’ hissi oldukça rahatsız edicidir. Ayrıca diğer taraftan kaygının genelleme ve yayılma eğilimi vardır, yani ilk zamanlarda sinema ve asansör gibi kapalı alanlardan kaçınırken, ilerleyen zamanlarda metroya/uçağa binmekten ya da kalabalık diye çeşitli organizasyonlara katılmaktan çekindiğinizi fark edebilirsiniz. Neticede bu durum ‘sınırlanmışlık’, ‘sıkışmışlık’ ya da ‘çaresizlik’ hissi verebilir ki, bu his çoğu zaman ilk başta kaçınılan kaygı durumundan çok daha rahatsız edici olabilir.
Yüksek kaygı yaşan birine destek olmak için ‘kaygı veren durumlardan kaçınma, kaygılarının korkularının üzerine git’ önerisi de pek makul değildir ve hatta bu, kaygıyı hisseden kişiler için oldukça rahatsız edicidir. Kaygı bozukluklarının, özellikle merkezi sinir sistemini etkilediği göz önünde bulundurularak, psikososyal ve nörobiyolojik açılardan, çok yönlü ele alınması gerekir. Kaygıyı ortadan kaldırmak ve hiç hissetmemek hiçbir zaman hedef olmamalıdır. Kaygı bozukluklarında, kaygıyı tolere etmeyi öğrenmek oldukça önemlidir. Kaygıya tolere etmeyi öğrenmek de zihnin ve bedenin nasıl işlediğini anlamak ve farkındalıkla başlar. Bu farkındalık, genel olarak o zamanlardaki koşullarınızın, ailenizin, işinizin ilişkilerinizin sizi nasıl etkilediğini, kaygı durumundan önce, sırasında ve sonrasında düşünce akışınızı, beden duyumunuzu fark etmeyi kapsar. Kaygı döngüleri bilinç dışından çıkıp, farkındalık seviyesine ulaşmaya başladığında kaygı gibi zor duygular daha çok tolere edilmeye başlar, merkezi sinir sistemi eskisi gibi alarm durumuna geçmez, düşünce-davranış akışında farklılık görülür.
Kaygı düzeyi, az önce bahsettiğimiz yelpazede yüksek uca doğru ilerledikçe, psikoterapiye ek olarak ilaç ile tedavi gerekebilir. Çoğunlukla sadece ilaçla ilerlemek yeterli gelmez, ilaç kullanımı sonlandırıldıktan sonra yüksek kaygı durumunun tekrarlamaması için psikoterapi ile farkındalık düzeyinin artırılması ve yeni davranış şekillerinin oluşması gerekir.