Yetişkin ve Çocuk Travmasında Sanat Terapisi ve Kısa Bilişsel Müdahalelerin Kullanımı
12 Ocak 2024 tarihinde gerçekleştirilecektir.
Devamını oku ->Psiko-onkolog Elçin Biçer / SAÇLARIMIZ, BİZİ NE KADAR BİZ YAPAR?
“…. Hastalığıma değil, saçlarıma ağlıyorum….”
Saç… Bedenimizin en üstünde, başımızın üstünü ve arkasını kaplayan saçlarımız… Düzenli tıraşa gitme gerekliliğiyle bazen bıkkınlık getiren, bazen ucundan azıcık aldırmaya bile kıyamadığımız… Rengiyle oynarız, şekliyle oynarız, akları sayarız, akları saklarız, yıkar paklar tararız, neler neler yaparız. Kuaförden ağlayarak çıktığımız anılarımız olmuştur belki, belki çocuğumuzun bir tutam ilk saçı saklı duruyordur bir kutuda. Kimimiz özenle örter, kimimiz özenle örer. Kemoterapi alan kişiler, iki hafta kadar saçlarıyla ilişkilerini yeniden hatırlayıp geçici bir süreliğine de olsa onlarla vedalaşmak durumunda kalırlar. “Hastalığıma değil, saçlarıma ağlıyorum”, cümlesini sık duyduğumu söylemem yanlış olmaz.
Eller, parmaklar, eklemler, çene, boyun, göbek, kaş, göz, mide, pankreas, safra kesesi, kalp, akciğer, damarlar, kemikler, lenfler, doku, hücre… Bedenimizi oluşturan binlerce şeyden biri, saçlarımız… Dokunabildiğimiz, değiştirebildiğimiz, hakkında karar verebildiğimiz uzantılarımız… Sahi, bedenimizi oluşturan işlevsel ve hayati onca parçacığımız varken saçlarımız neden bizi bu kadar ağlatır, bize bu kadar efor ve para harcatır? Saçlarımız bize ve bizim adımıza tüm dünyaya neler anlatır? Kesilirken hiç canımızı yakmazken bazı sonuçlar neden bu kadar içimizi acıtır? Ne işimize yarar saçlar?
Bu yazıyı yazmaya karar vermeden birkaç gün önce 4-5 yılda bir yaptığım gibi saçlarımı kısacık kestirdim. Kesimi yapan kuaför ile birbirimizi tam anlayamadığımızdan saçlarım beklenenden çok çok daha kısa oldu. Üç gün içinde türlü türlü reaksiyonlar aldım. Bir arkadaşım, “psikolojini iyi bulmuyorum” diyerek karşıladı saç kesimimi. Başka biri, “aman, bir hastalık yok ya!” diyerek endişeyle. “Asker arkadaşım” diye dalga geçen de oldu, “homoseksüel mesajlar verdiğimi” söyleyen de… Bazı tanıdıklarımın gözü alışamadı hemen, “yabancı” gibi geldim onlara. Sonunda, hem bendeki karşılığını keşfetme isteği hem de çevremdekilerin tepkilerini anlama ihtiyacı saç konusuna daha geniş bir perspektiften bakmaya ve bu yazıyı yazmaya sevk etti beni.
Neler var saçlarımızda? Biyolojik olarak bakıldığında, gebeliğin ikinci trimestresinde tüylenme başlar ve doğumdan kısa bir süre sonra dökülür. Bu saatten itibaren avuç içleri, ayak tabanları, parmak araları dışında bebek bedenini kaplayan ince tüylenme gerçekleşir. Ergenlikle beraber, terminal halini almaya başlar. Koltuk altı, genital bölge ve yüzdeki tüyler kalınlaşmaya ve sertleşmeye başlar. Yetişkinlikte saçlar, genel olarak keratin ve proteinden oluşan ölü dokulardır. Durmadan dökülür ve yenilenirler. Saç telinin ömrü, 3 yıl ila 5 yıl arasında değişmektedir. Dökülen, yenilenen, ölü dokular dediğimizde çağrışımları çok geniş olsa da, günümüz tıbbı saç telinden DNA testi gerçekleştirebilmektedir. Yani her bir saç telimiz, kimliğimize ait kodları taşımaktadır.
“Rapunzel! Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!”
Kimliğimiz gelişedururken çocukluğumuzda dinleyerek büyüdüğümüz, bazen karakterlerinin kılığına girdiğimiz masallar pek çok saç sembolizmini barındırır. Özellikle Grimm kardeşlerin masallarında saç; karakterleri tanımlarken ve hikayenin psikanalitik örgüsünde mecazi, motifsel ve sembolik olarak anlamlı işlevler sergiler. Uzun saçlar, kesilen saçlar, zehirli taraklar, altın sarısı saçlar, gümüş saçlar, 3 tel saç getirme görevi, saç tarama ritüeli gibi farklı sembolik formlarda çıkar karşımıza masallarda, tıpkı bilinçaltının sembolik dünyası rüyalarda olduğu gibi.
Uzun uzun tarar saçlarını kötü cadı Rapunzel’in. Prense kaçacağını öğrendiğinde ise, kesiverir. Üvey anne, hala “bu dünyada kendisinden daha güzel Pamuk Prenses’in olduğunu” aynada duyunca bu kez de zehirli bir tarak ile onu yok etmeye çalışır. Zehirli tarak saçlarına girdiğinde kendinden geçen Pamuk Prenses’i çocuksuluğu simgeleyen cüceler kurtaracaktır, zehirli elmadan ise prensin öpücüğü… Ve sonsuza dek mutlu yaşayacaklardır. Kötü cadılar adeta saçlar üzerinden hükmetmek ister, yeni nesil genç kız uzantılarına. Rapunzel büyümektedir, durmadan uzayan saçlarıyla. Uzun saçları hem annesi gibi ona bakan cadıyı hem de prensi kulesine almasını sağlamaktadır. Anneye duyulan çocuksu bağımlılıktan, özerkleşmeye ve yetişkinliğe geçişin savaşı gibidir kulağımızda dönen masallar. Bir prens ile karşılaşmasını engelleyerek kendilerine saklamak isteyen, adeta büyümelerine, tüm kadınsallıklarıyla tam bir yetişkin olarak hayata katılmalarına izin vermeyen “kötü cadılar”, yetişkinliğe geçmeye çalışan genç kızın zihnindeki “bağımlı olduğu anne” imgesinin kaybı ve anne-kız ilişkisindeki dönüşümü sembolize eder.
“Sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışım, çözülmüyor Mihriban…”.
Türküye güfte olan şiirin yazarı Abdurrahim Karakoç’un ömrünce ‘çözmeden’ sevdiği Mihriban’ın ne adı Mihriban’dır ne saçı sarıdır. “Bu kalleşlik belki bana yakışmıyor ama sarı saçlarından sen suçlusun” diyen Kayahan şarkısı da, saç rengine dair sembolizasyon ile karşılaştırır bizi. Sarı saçlar, cennetten geleni, aristokrasiye ait olanı, masumiyeti simgelerken gri saçlar yıpranmışlığı, kötülüğü bazen de bilgeliği, iyiliği, şifacılığı simgelemektedir. Ortaçağda kızıl saçlıların “kötü ve tehditkar” görülmesi, pek çok kötü muameleye maruz kalmalarına sebep olurken, günümüzde “doğal sarışın” bariyerini hızla geçerek mavi, pembe, yeşil, mor her renkten saç ile karşılaşmamız bizi her geçen gün daha az şaşırtmaktadır.
Tarih boyu ve tüm kültürlerde saç, hem kim olduğumuzla ilgili bir vitrin olmuş hem de ötekiyle etkileşimimize aracılık etmiştir. Anne-babaların bazen tam da hiç hoşlanmadığı türde saçına şekil ve renk veren ergenler, adeta kendi bağımsızlıklarını, kendi kimliklerini oluşturma çabasını bedenleri üzerinden yaratma derdindedir. İçine doğduğumuz en küçük sosyal grup olan “aile”den, makro düzeye geçildiğinde -her dönemde- saçlar toplumla, toplumsal kurallarla/trendlerle ilişkimizi, politik ve cinsel yönelimlerimizi de ifade etmeye aracı olmuştur. Uzun saçın kadına özgü olduğu toplumsal yargıya karşılık saçını kısa kesen kadınların, erkeklerin kısa saçlı olması gerektiğine dair toplumsal algıya karşılık saçını uzatan erkeklerin içinde bulundukları sosyal sistemde bireysel direnişlerini ve bağımsızlıklarını saçlarıyla ifade ettiklerini söylemek yanlış olmaz. 80’lerde Almanya’ya göçen kadınların, ekonomik gereksinimlerle uzun saçlarını kesip satmaları yaşadıkları göç ile kendi kültürlerinden uzaklaşmalarının, farklı bir çalışma hayatına geçişlerinin, geçmişten- ait oldukları topraklardan koparak yeni bir ekosisteme adapte olma çabalarının, yaşamakta oldukları değişimin de beden imajlarına yansımasıdır.
Yakın geçmişte, Batılı toplumlarda ve bazı geleneksel kültürlerde saçlar, kadının hazır bulunuşluğunu anlatır. Henüz evlenmemiş kızların saçlarını uzatmaları, doğal haliyle korumaya çalışmaları, saçlarıyla yada örgüleriyle salınarak yürümeleri; evli kadınların daha çok saçlarını toplamayı tercih etmeleri ve saçlarını kısaltmalarına kadının eş edinmeye hazır bulunuşluğu gibi anlamlar yüklenirken çok kısa saçını kesen kişinin kendi cinselliğinden vazgeçişi olarak yorumlanması da kaçınılmazdır.
Bazı toplumlarda, saçlar, ruhun oturduğu yer olarak algılanır. Psişenin vücuda gelmiş halidir. Hatıraların, öğrenmelerin, deneyimlerin biriktiği; aynı zamanda yeryüzüyle ve spiritüel olarak doğayla iletişim kurdukları antenlerdir. Uzun ve gür saçlar, spiritüel gücün de fazlalığını simgeler. Saçların taranması, zihnin-düşüncelerin düzenlenmesi gibidir. Tıpkı Rapunzel masalında, kötü cadının onun saçlarını uzun uzun tarayarak düşüncelerine hükmetme arzusu gibi… Bir çocuğun büyüyerek artık kendi saçlarını yıkayıp taramaya ve onun üzerinde hükümdar olmaya başlaması gibi.. Saçlar, öyle büyük bir güçtür ki kesilse de, gücünü kaybetmez. Zihnin oturduğu yer bakış açısından bakıldığında, saçların kesilmesini bir “unutma çabası/geçmişten ve geçmişteki acılardan kurtulma” olarak görmek de mümkün.
Psiko-sosyo-kültürel açıdan saçlar, durmadan özen isteyen, dış dünyayla ilişkimizde bizimle ilgili çok şey anlatan bir parçamız. Ona istediğimiz şekli, rengi vererek, örterek yada teşhir ederek onu özgür irademizle kullanabiliyoruz. Peki ya isteğimiz dışında saçlarımız değiştirilirse?
Geçmişte, insanların saçlarını kendi istekleri dışında kesme yöntemi, o kişiyi değersizleştirmek, aşağılamak, insanlıktan uzaklaştırmak amacıyla sıkça kullanılmış. Nesiller boyu aktarılan sosyal ve bilinçdışı bu bilgiler, isteğimiz dışında kısalan, kaybolan saçların bizde mahsunluk, kırgınlık, değersizlik hisleri uyandırmasına katkı sağlamış olması çok olasıdır. Çok yakın zamanda, Amerika’da bu durum “saç üzerinden şiddet uygulama” olarak yasal boyuta bürünmüştür.
Kanser deneyimi yaşayan kişilerin, kendi iradeleri dışında saçlarını kaybetmeleri; hem beden bütünlüklerinin bozulması hem kendilerini algılayışları hem kimliksel duruşları açısından daha “yabancı”, daha “eksik”, daha “kırılgan” hissetmelerini, bu bilgiler ışığında yaşanan “kaybın” ne kadar çok boyutlu ve kocaman olduğunu anlamamıza katkı sağlayabilir. Hastalıkla birlikte yaşanan “sağlıklılığın kaybı”nı, her gün aynada kendisiyle karşılaştığında, dışarıda bir başkasıyla karşılaştığında hatırladığı yerdir saçlar. Hastalığın kendisine ve başkalarına görünen vitrinidir. Sağlıklılığın kaybına dair acının ve üzüntünün saçlara “yansıtılması” da söz konusudur. Psikolojik gücümüzün oturduğu yer, doğayla bağlantı kurduğumuz antenler, kimliğimiz, anılarımız, acılarımız, bilgeliğimiz, saçlarımızla birlikte kaybolup gitmiş gibi “korunmasız”, insanlıktıktan uzaklaştırılmışız, aşağılanmışız gibi “buruk” hissettirebilen saçlar, varlıklarıyla yokluklarıyla.
Bilmiyorum ne vardı saçlarında
Rüzgar mı delice eserdi
Gözlerim mi öyle görürdü yoksa
Saçlarının her hali hoşuma giderdi
Özdemir ASAF